ANNELER VE BABALARLA BİR HASBİHAL ( *
)
15 Ekim 1955
Bu ders yılı başlarken okul çocuklarımız
ve gençlerimize geçen hafta dilimin döndüğü kadar düşündüklerimi söyledim.
Şimdi de okulda çocuğu olan ana, baba okuyucularımla biraz dertleşmek
istiyorum. Arada ileri geri laf edersem kusuruma bakmasınlar. Memleketin
yarını olan çocuklarımız için bugünden hazırlık olmanın bir milli vazife
olduğunu hesaplıyarak bu noktada gösterilen fazla duyarlığı mazur görsünler.
İşin şakası yok, bütün ümidimiz onlarla; memleketin istikbali onların
iyi yetişmesindedir. Meseleyi ne derece ciddiye alırsak çözülmesini de
o nisbette doğru yapabiliriz. Bir defa şu malûm hakikati tekrarlıyalım:
Çocuk, içice üç çevre içinde büyür: Aile, okul, geniş topluluk. İleri
neslin iyi veya fena yetişmesinde bu üç çevreye mensup olan herkes sorumludur.
İşi yalnız öğretmene ve okula yükleyip ailenin ve bütün milletin bu sorumluluktan
kendini sıyırması mümkün değildir.
Denilecek ki, bütün millet, nasıl olur da terbiye işinden sorumlu kılınabilir.
Buna cevap vermek için bir misal vereyim: Sabahları tranvaya, vapura,
otobüse ve dolmuşa binerken hepimizin gördüğümüz izdiham manzaraları içinde
okul çocuklarıyle büyük adamlar arasındaki münasebete bir bakalım. Daha
ilkokulun birinci ve ikinci sınıfında bulunan bir çocuk kendini itip kakan,
hatta minimini ayaklarına basıp geçen taşıta atlıyan ağabeylerini, ablalarını,
babalarını, hatta dedelerini görürse kendinden büvüklere muhabbet ve hürmet
besliyebilir mi?... Bu his, burada kalsa iyi... Daha da genişler ve kendini
düşünmiyen, küçük varlığına yardımdan geçtik, rahatsızlık veren bu ufak
kalabalıktan atlıyarak bütün milletine emniyetsizlik duyar. Bu yanlış
ve zararlı duyguyu bütün ömrünce sürüp götürmesi çok mümkündür.
İşte okul ve aile dışında, geniş çevrede vatandaşa düşen, genç nesille
karşı yerine getirilmesi zorunlu vazife misali!... Bizim
çocukluğumuzda yaşadığımız mahallelerin büyükleri babamız, anamız gibi
idiler. Yolda, sokakta fena bir hareketimizi gördükleri zaman bizi anamız,
babamız, gibi paylarlar, bizi yardıma muhtaç gördükleri zaman, anamız,
babamız gibi bizimle candan meşgul olurlardı. Mahalle, sanki bir aile
idi. Hele imam, muhtar ailelerin başlıca yardımcıları idiler. Bu ne güzel
bir Türk geleneği idi. Türlü sebeplerden bu kalmadı. Yerini de başka bir
iyi gelenek almadı. Büyük şehirlerde apartmanlar, kapıları birbirine kapalı,
şakulî birer mahalledir. Bugünkü hali, dünkü iyi geleneğin tersine, çocuğa
yaptığınız bir ihtar, "Sana ne" cevabiyle mukabele görüyor,
ne yazık!... Çocuğun ev dışında gördüğü örnekler de her zaman taklit et-memesini
istediğimiz şeyler oluyor. Hatta ev içinde de aynı kötü misaller az sayılamaz.
Velev şakadan olsun, çocuğa daha küçük yaşlarda küfretmeyi öğretenler
olduğunu hep biliriz. Çocuk dimağı, boş ve yumuşak bir safiha halindedir
ve herşeyi olduğu gibi kaptığına göre küfürbazlığa da küçükten alışır.
Hele hiddetlenen büyüklerin "Adın batsın", "gözlerin kör
olsun!", "seni yerler alsın, yumurcak!..." "Allah
belanı versin." gibi beddualarını duymaya alışan çocukların hali
büsbütün fecidir. Bu kadar memleket gezdim. Bizde olduğu kadar sokakları
kötü söz dolu diyar görmedim. Bundan mutlaka yakamızı kurtarmalıyız. Hele
-affınıza sığınarak söylüyorum- "bok" lafı, son zamanlarda edebiyatımıza
bile girmek fırsatını buldu. Mezkur madde, ne kadar şairane kullanılırsa
kullanılsın, gene malum maddedir. Bu pis şeyin kirli kelimesini bile ağza
almamalıyız. Biz alırsak çocuk ne yapmaz?
Gelelim eve ve aileye: Evin ve ailenin, bilhassa ilk ve orta okul çağındaki
çocuklar üstündeki tesiri okuldan daha büyüktür. Bilhassa ikili, hatta
dörtlü öğretim yapan çocuklarda bu tesir bir kaç misli büyür. Haftada
18 saatini, sayarak bazan 5. hattâ bazen 3 saatini okulda geçiren çocuk
için okuldan ne bekliyebilirsiniz? Bu zavallı çocuğun ancak adı "okullu"
dur. Okul dışı saatlerde bir kere aylaklığa alıştı mı iş tamam... O halde
ne yapmalı? Evi, okul haline getirmekten başka çare yok; Ama diyeceksiniz
ki: "beşiktekine mi bakayım, çamaşır mı yıkayayım, yemek mi pişireyim
yoksa evde öğretmenlik mi edeyim? Evin erkeği de gündüz çalışmağa gider.
O da diyecektir ki: "Akşam eve yorgun argın geliyorum. Bir lokma
ekmek yiyeceğim. Sonra da ayaklarımı uzatıp dinleneceğim. Bir de çocukla,
hatta çocuklarla nasıl ugraşabilirim?" Bu mazeretler variddir ve
doğrudur. Fakat ana ve babanın bu söyledikleri durum mevcut olduğu halde
ya o çocuklardan biri hasta olsa gene aynı mazeretleri ortaya sürerler
mi? Elbette sürmezler. Çocuklarının başını beklerler. Paraları yoksa borç
bulup onları doktora gösterirler, verilen ilaçları yaptırırlar, evlâdlarını
ölümden kurtarmak için çırpınırlar. Vücut hastalığı mazeret dinlemez de
manevi hastalıklar mazeret kabul eder mi, sevgili okuyucularım? Ana baba
olmak kolay değil;... Ne halde olursanız olunuz, çocuğunuzun halini ve
istikbalini düşünerek zahmete katlanacak, fedakârlık edeceksiniz. Ona,
eviniz bir oda bile olsa, bir köşeciği bırakacaksınız. Ona, tatlı dille,
güler yüzle sizinle beraber çektiği maddi sıkıntıları unutturacak, küçük
ruhuna ümitli istikballerin hayalini aşılayacak, "Evlâdım, sen okuyup
adam olacaksın. Bize güzel günler yaşatacaksın." diyerek gönlünü
alacaksınız. Sizin şefkatli elleriniz, merhametli dilleriniz onu uslu
yapacak: onu size itaatli hale getirecek. Fakirliğinizin, mahrumiyetlerinizin
asısını sizin sevginiz onun içinden silecek. Verdiğiniz ümitle odanızın
sönük ışığında yarına bir nur kaynağı yaratmış olacaksınız... Çocuklarınızı
seviniz, iyi tutunuz; size kul köle olurlar. Onlara her iyi şeyi ancak
bu muhabbet havası içinde yaptırabilirsiniz. Onları korumanız, fena örneklerden
uzak, kanadınızın altında tutmanız kafidir.
Türk çocuğunun özü iyidir, asildir. En kötü
hayat şartlarını düşünerek söylüyorum: Çocuğunuzu iyi yetiştirmek, herkesten
çok sizin elinizdedir. Böyle yapmazsak sonra milletçe dizimi döğeriz;...
* 'Öğretmen - Öğrenci Köşesi', Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1995 adlı eserden alınmıştır.
|