Ankara Devlet Konservatuvarı
1924 yılında Ankara-Cebeci Semti'nde Musiki
Muallim Mektebi kurulmuştur. Bunu izleyen yıllarda Mustafa Kemal, reformların
müzik eğitimi alanında da gerçekleştirilmesini ve bir konservatuvar kurulmasını
istediğini belirtir. 1935'ten itibaren Alman kompozitör Prof. Paul Hindemith
(1895-1963) tarafından yapılan araştırmalardan ve kuruluşu için gerekli
düzenlemelerden sonra 20 Mayıs 1940'ta Yücel tarafından, Devlet Konservatuvarı'nın
kuruluş yasası çıkarılır. Müzik ve Temsil olarak iki ana bölümden oluşan
Devlet Konservatuvarı'nın amacı, Türkiye'de müzik, tiyatro, opera ve bale
kültürünü ve sanatını işlemek ve yetenekli öğrenciler yetiştirmektir.
Yasa üzerine yapılan tartışmalar sırasında bazı tutucu milletvekilleri,
Türk müziğinin ve folklorunun batılı eserler yüzünden geri planda kalacağını
dile getirerek konservatuvarın Türk musikisi ve garp musikisi olmak üzere
iki bölüme ayrılmasını önerirler. Yücel, planlanan Devlet konservatuvarının,
millî olmayan bir kuruluş anlamına gelmediğini ileri sürerek görüşünde
ısrar eder ve böyle bir ayırım denemesine karşı çıkar. Cebeci'deki eski
Musiki Muallim Mektebi'nin sahası üzerine inşa edilen Ankara Devlel Konservatuvarı'nın
kuruluşunda, Paul Hindemith ve Dr. Ernst Praetorius'tan (1880-1946) başka
özellikle, Yücel'in davetiyle uzun yıllar Türkiye'de kalmayı kabul eden
Prof. Carl Ebert (1887-1980) büyük rol oynamıştır.
3 Temmuz 1941'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ilk mezunları için,
cumhurbaşkanı İsmet İnönü, T.B.M.M. başkanı Abdülhalik Renda ve başka
devlet adamlarının da katıldığı, büyük bir diploma töreni düzenlenir.
Yücel, törende yaptığı açış konuşmasında özellikle onun kendi dünya görüşünde
anlatım bulan ve bakanlık yaptığı dönemin en belirgin özelliği olan Türk
hümanizmasından söz eder ve kıtlık ve savaş tehlikesinin yaşandığı bir
dönemde ulusal müziğin ihmal edildiğini iddia eden sağcı grubun yönelttiği
eleştiriler üzerinde de durarak şunları söyler: "Gözden uzak tutulmamasını
bilhassa istirham ederim ki insanlığın en müthiş savaşlarından birini
yaptığı boylu bir devirde ve harb yangınının dumanları ve kızıllıklarının
göklerimize vurduğu böyle bir zamanda, tiyatro temsilleriyle opera ile
meşgul olmamız, güzel sanat davasına nasıl ciddî bir mana verdiğimizin
tarihe geçecek kadar kuvvetli burhanı telakki edilmelidir. Biz, tiyatro
ve opera şeklindeki temsil sanatını, bir medeniyet meselesi halinde alıyoruz.
Onun içindir ki aziz memleketimizin her vaziyette müdafaası için, her
türlü fedakarlığı yapmakla uğraştığımız şu anlarda, sanatın bu şubesindeki
inkişafına da, onu durdurmak değil, bilakis yürüyüşüne hız vererek, devam
ediyoruz."
"Bir gün bizim bütün insanlığın idrak edeceğine inanmış bulunduğumuz
Türk hümanizmasının yepyeni bir safhası, Devlet Konservatuvarının bağrında
doğmaktadır. Türk hümanizması, beşer eserine istisnasız kıymet veren,
ona zamanda ve mekanda hudut tanımayan hür bir anlayış ve duyuştur. Hangi
milletten olursa olsun insanlığa yeni bir düşünüş, yeni bir duyuş getiren
her esere bizim yüreklerimizin besleyeceği his, ancak saygı ve hayranlıktır.
Biz bu saygı ve hayranlık duygumuzu nazari bir bakışla değil, yaparak
ve yaşayarak, kendimizin kılarak ifade ediyoruz.
Müellif bizden olmayabilir, bestekar başka milletten olabilir. Fakat o
sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için Devlet Konservatuvarının
temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve millîdir."
1940-41 yılından itibaren opera gösterileri 'Tosca' ve 'Madame Butterfly'dan
bölümlerle başlatılır ve bunları 'Fidelio', 'Satılmış Nişanlı' ve 'Figaro'nun
Düğünü' takip eder. Ebert, tiyatro oyunu olarak 'Julius Caesar', 'Faust"
ve 'Kral Oedipus'u sahneye koyar. Bundan başka, "Konscrvatuvar ile
Tercüme Bürosu arasında sıkı bir temas kurularak, talebeye örnek olacak
büyük eserlerin kısa zamanda tercüme ettirilmesine ve böylece hem gelecek
günlerin Türk sahne muharrirlerine, hem de aktörlerine yüksek değerde
numuneler verilmesine..." çalışılır. Bu dönem, Yücel'in çok etkili
bir ifadeyle tanımladığı hümanizma anlayışının yerleştiği ilk parlama
yıllarıdır. Hitler rejiminden kaçan göçmen sanatçılar orkestrada çalarken
dinleyiciler arasında birbirine düşman devletlerin elçilerinin bulunduğu
da dikkati çeker. Türkiye'de operanın ilk sahneye konuşu sırasında Yücel,
bir gün opera müzesinin açılacağı umuduyla, değerli kumaşlardan ustaca
dikilmiş elbiseler ve dekorlar yaptırır. Aynı zamanda, kapak düzeni, kağıt
ve baskı kalitesi ve estetik oluşumu ile dikkati çeken librettolar bastırır.
Librettoların en büyük özelliği ise, eser hakkında seyirciyi yönlendiren
eğitici bilgiler içermesidir. Opera ile ilgili yazılar, temsil ve konserlerin
yıllık programları ve onlara ilişkin ilk eleştiriler Güzel Sanatlar Dergisi'nde
yayımlanmıştır.
"Ankara Devlet Konservatuvarı, Türkiye'deki
Devlet eliyle kurulan büyük sanat icra kurumlarının hayal kaynağı olmuştur.
Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Operaları bu kaynaktan beslenerek
meydana getirilmiştir. Birçok özel tiyatro da yine Konservatuvardan yetişen
sanatçıların eseridir." Devlet Konservatuvarı ve onun programının
uygulanmasında Yücel büyük bir özveri ile çalışmıştır. Bu bağlamda akla
şu soru gelmekledir: Mevlevi bir çevrede yetişmiş ve ilk müzik eğitimini
geleneksel müziğimizin önde gelen bir 'müzik okulunda' almış olmasına
rağmen Yücel, batı müziğini nasıl bu denli benimseyerek ona hız vermiştir?
|